Yine her zamanki gibi sabahın köründe, pek de kalabalık
olmayan o demirden araca binmiştim… etrafta kasvetli bir sessizlik vardı… ne
bir bebek ağlıyor, ne bir nene romatizmalarından şikayet ediyor, ne de bir
metalci kulaklık olarak gözüken araba teybiyle ortalığı inletiyordu…
bu sessizlik bana huzur verdiği kadar tedirgin de ediyordu…
çünkü ters giden bir şeyler vardı…
önümdeki kel amcanın yanında güzeller güzeli bir
üniversiteli kız kafası vardı… üniversiteli kız kafasını, at kafasını ve ot
kafasını nerede görsem tanırım…
etrafıma baktım. bu kadar boş yer varken neden bu kız bu kel
ihtiyarın yanında oturuyordu?
üstelik hava da soğuktu ve kelin ne kafasında ne de elinde
bere benzeri bir şey vardı…
bu onun uzun zamandır kel olduğunu gösteriyordu…
belki de kızıdır dedim kendime… ama kızı olsa aralarında
ufak bir konuşma geçmez miydi?
kız arada kafasını ihtiyarın omzuna koymaz mıydı? veya kız
telefonuna gelen mesaja bakarken, ihtiyar çaktırmadan okumaya çalışmaz mıydı?
iki yabancı gibiydiler ve ben bu işten ciddi ciddi kuşkulanmaya başlamıştım…
kuşkulu gözlerle ikisinin de davranışlarını takip etmeye
başladım… ki zaten yapacak başka bir işim de yoktu o an… bir durakta durduk, o
an inecekmiş gibi kalktım ve ikisini de daha rahat görebileceğim bir koltuğa
oturdum… şansım varmış ki bu hareketimi fark etmediler. önceki yerimde
otururken arkamda oturan 60lı yaşlarda, torununu okula götüren teyze hariç… o
her şeyi gördü ve suratıma “beni kandıramazsın.“ der gibi bir ifadeyle baktı.
işler yolunda giderse sonra bu işin de icabına bakmalıydım…
ben bu düşünceler içerisindeyken kız çantasından çıkardığı
müzik çaların kördüğüm olmuş kulaklığını çözmeye çalışıyordu… yanındaki
ihtiyarın yardım edip etmeyeceğini merak ediyordum, babası olsaydı ederdi…
bundan emindim…
etmedi… yoksa kuşkularımda haklı mıydım? o kız, o gencecik
ve güzel kız bir rus muydu? ülkesinden zorla getirilmiş ve burada ücret
karşılığı erkeklere mi pazarlanıyordu? normal davranması için kaç kere dayak
yemişti kim bilir…
kulaklıklarını taktı ve play tuşuna bastı, sağ elinin o
zarif ve ince baş parmağıyla…
müzik tüm koridoru sardı, hafif bir müzikti, evet evet
piyanoydu… klasik müzik dinliyordu güzel kız… ve ben daha önce klasik müzik
dinleyen bir türk kızı tanımamıştım… tanrım neler oluyordu?!
türk olmadığına emin olmak için bir şeyler yapmalıydım ama
ne?
düşünemiyordum çünkü korkuyordum… bu bilgileri öğrenmem
benim ve ailemin hayatı için tehlike demek oluyordu… ama bu işe girmiştim bir
kere, jason statham olsaydı geri adım atar mıydı? kesinlikle atmazdı… bütün
statham filmlerini gözümün önünden geçirdim ve yeterli gazı aldım… şimdi
düşünebilirdim…
buharlaşan cama kafamı dayayıp, türk kızlarını düşündüm…
belirgin özellikleri neydi?
yağlı saçları? bu kızın saçları hiç yağlı gibi durmuyordu,
ama bu yeterli bir kanıt değildi.
sakalları? yüzünde bir tek tüy tanesi bile yoktu kaşları
hariç ama bu da yeterli değildi.
başka bir şey olmalıydı, kafamda şüphe bırakmayacak bir şey,
ama neydi o şey?
cebimden çıkardım rocco şekeri dilime yapıştırdım ve
düşünmeye devam ettim. rocco işe yaramıştı, evreka!
kızla göz göze gelmeye çalışacaktım… planımın ilk parçası
buydu…
bunun için hazırlık yapmaya başladım. şiddetli bir şekilde
hapşurmalıydım. eğer kulağındaki piyano sesini delip duyma merkezine
ulaşabilirsem belki refleks olarak bana bakmasını sağlayabilirdim. bu sayede de
planımın ikinci aşamasına geçebilirdim. ama nasıl hapşuracaktım?
üzerimdeki montun iç tarafı yünlüydü. elimi atıp ufak bir
parça kopardım ve burnumu gıdıklamaya başladım. kısa sürede işe yaramıştı, hapşuruk
tüm vücuduma hükmediyordu. yüzüm garip hallere girdi ve ağzım açıldı ve tüm
gücümle “davaaaayyy“ diye hapşurdum. evet yanlış duymadınız, davay diye
hapşurdum. davay rusçada bildiğim tek kelimeydi, hadi demek oluyordu. yani
`davay davay davay` `hadi hadi hadi` demek olduğunu kavrayıp oradan onu teke
indirdim. güzel bir filmdi, anmadan geçmeyeyim…
başımı kaldırdığımda tüm metro bana bakıyordu ama kız ve kel
hiç oralı olmamıştı…
bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim zaten, bir daha
denedim, sonra bir daha ve bir daha ve bir daha…hapşuruk anında kalp bir anlık
durur derler, hatta o yüzden çok yaşa denirmiş. o dakikalar içerisinde kalbim 5
dakika kadar durmuştur. bunu iddia edebilirim, hatta gittim geldim.40 ya da 41.
seferde beklediğim olmuştu… kız o melekleri kıskandıracak güzellikteki yüzünü
bana doğru çevirdi. hemen planın ikinci aşamasına geçtim ve ona bakarak
gülümsedim.
ve o da bana gülümsedi!! işte aradığım buydu, bu kız türk
olamazdı. birazdan dünyanın ortadan ikiye yarılacağına inanabilirdim ama artık
o kızın türk olduğuna inanamazdım.birazdan son durağa gelecektik, sonra ne
olacaktı? o kızı, o zalim adamların elinden kurtarmalıydım. canım pahasına da
olsa bunu yapacağıma yemin ettim ve buharlı cama imzamı attım. torunlu teyzeyle
göz göze geldik o an. sanki benimle gurur duyuyormuş gibi bakıyordu. hayatım bu
andan itibaren değişiyordu. artık bir amacım vardı…
cebimden çıkardığım rocco kutusunu avucumun içine alıp
sıktım… kameralar avucuma ve oradan yavaş yavaş, sinirlenmiş ve gergin bir yay
gibi gözüken suratıma gelmiş ve orada sabitlenmişti… bu bir film olsaydı böyle
olurdu en azından…metronun durmasını bekleyemezdim, bu cennetten kaçmış gibi
güzel olan kızın, o kel ve muhtemelen kendi annesini de böyle çalıştırmış
adamla beraber gitmesine seyirci kalamazdım… yerimden kalkıp, kulağımda keskin
bir elektro gitar solosuyla adım adım esrarengiz ikiliye yaklaştım ve
karşılarına dikildim… şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı.o sırada adamın
bacaklarının arasındaki file torba dikkatimi çekti… içinde limon vb şeyler
vardı… normal bir insan gibi gözükmesini sağlayacak bu ince detayı kullandığı
için, içimden saygılarımı sundum kel ihtiyara…
hayatını amerikanın en boktan hapishanelerinde geçirmiş,
sikilmiş, sikmiş, defalarca uyuşturucu bağımlısı olmuş, komaya girip çıkmış ve
hatırladığı 10 tane cinayeti olan bir adam gibi baktım yüzlerine… doğal olarak
korktular, korktuklarını adamın bana değil de dışarıya baktığından anlamıştım…
yüzüme bakacak cesareti yoktu…kızı kolundan tutup kendime doğru çektim. ”bugün
şanslı günündesin, seni özgür bırakacağım.” dedim. bir an ortalıkta soğuk
rüzgarlar esti. metrodakilerin alkışlarını kulaklarımda duyar gibiydim… kız
anlamsız bakışlarla ayağa kalktı… o sırada ihtiyar elini beline doğru götürdü,
ani bir hareketle dizimi alt dudağının bitip çenesinin başladığı yere geçirdim.
o sırada duran metro benim için büyük bir şanstı. kızı kolundan çekerek kapıya
doğru sürükledim. ihtiyarın cama vuran kafası kanıyordu, ateş etme olasılığını
göz önünde bulundurup metrodan indiğim gibi kıza çelme takıp yere düşürdüm ve
üstüne yattım. ve metro hareket etti…bir kızın, genç ve güzel kızın hayatını
kurtarmıştım. dünyanın bütün mutluluklarını vücudumun her santimetre karesinden
hissediyordum. gurur dolu bir hareketle ayağa kalktım ve kızın kalkmasına
yardım etmek için elimi uzattım. ağlıyordu…mutluluk gözyaşları…benim de
gözlerim doldu o an… aniden uzattığım elime tokat atıp ”ya sen deli misin
kardeşim, napıyosun sen ya aptal!” tarzı türkçe küfürler etmeye başladı ve
diksiyonu çok sağlamdı. yani neredeyse türk olduğuna inanacaktım. ”böyle mi
teşekkür ediyorsun” diyerek pantolonumdan taşmış gömleğimi düzelttim ve oradan
uzaklaştım…
gururun verdiği orgazm duygusu yeni yeni geçiyordu… üzerine
bir tane sigara yakmak farzdı artık. cebimden çıkardığım sigara paketimi
kontrol ettim… o da ne, içinde bir tane kalmıştı. onu yakıp paketi yere attım
ve bir tekel bayii aramaya başladım. sigaramın sonlarında bulduğum tekel
bayiine girerken sigarayı attım.”bi paket camel soft alabilir miyim?” dedim.
ama o anda fark ettiğim şey, tüm vücudumu felç etmişti adeta… bir sorun vardı,
ters giden bir şeyler vardı. o soğuk havada tekelcinin suratında boncuk boncuk
ter damlaları parlıyordu. bunun sebebi ne olabilirdi ki?
evet, ilk aklınıza gelen şey. uyuşturucu kullanmıştı. ve kendisi
tekel bayii olduğu için de mutlaka bunu liseli çocuklara satıyordu. gencecik
hayatları yok ediyordu. titreyen elinden aldığım paketi cebime koydum,
sigaranın parasını verip dışarı çıktım. ama hayır, gitmeyecektim. bu sorunu
çözmeliydim, bu artık benim hayatımın amacıydı. bu bataklığı kurutmalıydım…bu
düşünceyle bayiinin karşısındaki pasajın önündeki taburelerden birine oturdum.
yan taraftaki çaycıdan bir tane çay söyledim ve bir sigara yakarak düşünmeye
başladım…
bu işin ciddiyetinin farkındaydım… öyle metroda fuhuşa
zorlayan kız kurtarmak gibi kolay olmayacaktı, biliyordum… ama ben artık eski
ben değildim ve bir avuç uyuşturucu tacirine pabuç bırakamazdım… kafamdan bu
düşünceler geçerken parmaklarımın arasında son nefesini veren sigara parmağımı
yaktı ve ani bir refleksle yere attım… yarım kalan çayımı da fondipleyip
parasını bıraktıktan sonra ayağa kalktım ve kollarımı iki yana açarak derin bir
şekilde esnedim…bu hareketim aksiyondan önceki hareketimdi artık… benim adımla
ve yaptıklarımla beraber anılacak… biyografimi okuyan ergenler tarafından
taklit edilecekti… sağ elimi cebime sokarak tekele girdim…
adam oturduğu yerden kalkıp şaşkın bir ifadeyle yüzüme
baktı. az önce sigara aldığımı hatırlıyordu. uyuşturucunun etkisindeki birinin
hafızasının bu kadar kuvvetli olabileceğini düşünmezdim.’hayırdır kardeşim, bir
problem mi var?’ dedi. hiçbir şey konuşmadan 20 senesini mafyanın içinde
geçirmiş, her türlü çatışmaya girmiş, defalarca vurulmuş, akli dengesini
yitirmiş ve 10 gündür sokakta yatan biri gibi baktım yüzüne…bu bakışım baştan
aşağıya titretmişti tekelciyi… ‘konuşsana hemşerim, ne oldu?’ dedi sabırsız bir
ses tonuyla… ”ne olduğunu sen daha iyi biliyorsun simon.” dedim.
”simon ne birader, haplandın mı, çık git şurdan!’ diyerek
tezgahın arkasından çıkarak üstüme yürümeye başladı… haplandın mı!!! bu soru,
bütün gerçekleri gün yüzüne çıkarıyordu. haplanmış birinin nasıl davranacağı
konusunda engin bilgilere sahipti.
artık emindim ve yüzüne rengarenk bir balgam atıp, koşarak
uzaklaştım oradan…nasıl olsa yerini biliyordum… benden kurtulamayacaktı…
yeteri kadar uzaklaştıktan sonra ilk bulduğum banka oturdum
ve bir sigara yaktım… sigaradan çektiğim her nefeste daha derin düşüncelere
dalıyordum… o tekel bayiine bir ders vermek zorundaydım. onun genç beyinleri,
sırf para kazanmak uğruna zehirlemesi, hayatlarını yok etmesi cezasız
bırakılacak bir şey değildi… ilk olarak polise haber vermek geçti aklımdan,
yalnız polis işi yavaştan alırdı. kanıt bulmak için günlerce gözetleme, takip
yapıp, daha sonra suçüstü yapmaya çalışırdı… bildiğim bir şey varsa, o da o
kadar zamanımızın olmadığıydı. geçen her dakika bir çocuğun hayatı tehlikeye
giriyordu ve ben buna göz yumamazdım…
sigarayı söndürüp, cebimden çıkardığım kalemle oturduğum
banka ‘’show time’’ yazdım… kamera gözlerimdeki ifadeden kayarak yazıya zoom
yaptı ve ekran karardı… yani film olsaydı kesin böyle olurdu…
önümden geçen simitçiden beş tane simit alıp ikisini yedim…
kalanları da parçalar haline getirip ceplerime doldurdum… bi yerlerde çay
içtiğim zamanlar çıkarıp ağzıma atmak için böyle yapardım hep… daha sonra banka
uzandım ve gözlerimi kapattım… planımı gece uygulayacaktım…
lanet bir sokak köpeğinin yüzümü yalamasıyla açtım gözümü…
hava zifiri karanlıktı, saat 3 olmuştu… tanrım! daha fazla geç kalamazdım. koşar
adımlarla tekel bayiine doğru yürümeye başladım. biraz sonra artık koşmaya
başlamıştım. çok geçmeden, hızımın da bana verdiği yetkiye dayanarak bayiye
ulaşmıştım. yerden kaptığım saksıyla camı çerçeveyi indirdim.
son.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder